26 Mayıs 2013 Pazar

bizi sevgi kurtarır

25.5.2013'te Ankara metrosunda düzenlenen öpüşme eylemi hakkında gazetelerde harika kareler vardı. Sevgililer birbirlerini öperken bir adam da 'freehug' (bedava sarılma) pankartıyla insanlara sevgisini veriyordu. 


Süper ya! Bedava Sevgi! :)

bir de bu güzel insanlara saldıranlar olmuş. öpüştükleri için. çok saçma değil mi? nasıl saldırırsın iki kişi aralarında anlaşmış işte ne var? sana ne ki olan bitenden? ne yapıcaksın hem aralarına girip 'ayrılın bakayım' mı diyeceksin? 

işte sözler işin saçmalığını gösterdiğinden zaten bir şey diyemiyorlar. bu harekete ahlaksızlık diyenler neden olduğunu açıklayabilse zaten şiddete başvurmazlar. 

Şiddet mantığın bittiği yerde başlar. 


Şiddet, zulüm, tartışılacak argüman bittiğinde, egonun kazanmak için gösterdiği son bir can çekişmedir. 'ben bu tartışmayı kazanmak istiyorum, haklı değilmişim, ama olsun, sen yine de pes et' demektir şiddet. 


Zalimlerin çektiği acı

fikirlerin çatışmasını şiddete döndüren bu zalimler aslında zulümlerin en büyüğünü kendilerine gösterirler de bilmezler. zalimler istediklerini yapamamanın acısını çektiklerinden, bundan kurtulmak yerine 'din' adına, 'toplum' adına hareket ettiklerini söyleyerek aslında kendilerini kandırırlar. 

onların da hayatında sevgi olsaydı, birbirini seven insanlardan bu kadar nefret etmezlerdi. onlarda sevgi ayıp, sevgi zayıflık... sevgi günah. 

sevgi günah olabilir mi? sevgi ahlaksızlık olabilir mi? 

sevgisizlik acı verici yahu. sevgisizlik katılaştırıcı, sevgisizlik insanlıktan çıkarıcı. haa eğer sen sevgisizliğinden vazgeçemiyorsan da başkalarını sevgiden vazgeçirmeye çalışıyorsan, üstüne üstlük başarısız olduğunda onlara saldırıyorsan o zaman senin yaptığın ahlaksızlık değil midir? kedinin uzanamadığı bütün ciğerler mundar mı oluyor yani?

bence zalimlere bu yüzden daha fazla sevgi göstermek lazım. aramızda en çok sevgiye ihtiyaç duyanlar onlar. onların katılaşmış kalbini ancak böyle yumuşatabiliriz. onlara diğer insanlara verdiğimizden daha çok şans vermek lazım. onlara karşı daha sakin, daha anlayışlı olmak, daha çok açıklamak, daha çok örnek olmak lazım. 

yoksa zalimler zalim kalırlar, hem de sonsuza dek. içlerindeki acılık geçmez. ne yapsalar geçmez. dünyanın sonuna dek öpüşen insan görmeseler geçmez. hayatın sonuna dek istemedikleri hiçbir hareket görmeseler o zaman da geçmez. 

çünkü kalplerinde sevginin dolduramadığı boşluğu acıyla nefretle doldurmaya çalışırlar. adına ahlak derler, din derler, toplum düzenin derler. derler de derler... ama ne din doldurur o boşluğu ne başkası. o boşluk onları da içlerinde bulundukları toplumu da yer bitirir. 

bizim o acıyı bitirmemiz lazım. o acı bitmeden dünyada zulüm bitmez tükenmez.





25 Mayıs 2013 Cumartesi

Yaşamaya Dair - Nazım Hikmet


Bu şiiri yurtta alt ranza da yatarken tavana asmıştım, üstteki yatağın altına yani. hayatı değiştiren şiirler diye bir listem olsa herhalde bu şiir listenin başında gelirdi.  Nur içinde yat Nazım Hikmet


Neden durup dururken bir şiir paylaştım? İşte bu yüzden :)

İyi okumalar...

YAŞAMAYA DAİR 
  
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de en güzel en gerçek şeyin 
yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

bazen... ne görürsen o

pek çok öğretilerde, dinlerde bu fikirden bahsedilir. ne görürsen, nasıl görürsen o. hayata hangi pencereden baktığın, olayları nasıl ele aldığın önemli. 

Aşiyan müzesinin penceresinden... şu klişeye girmezsen ölürüm: her sabah kalktığımda böyle bir manzarayla karşılaşsaydım ben de şair olurdum :)


hayata olaylara bakış açımız fikirlerimizi etkiler, fikirler davranışları, davranışlar alışkanlıkları, alışkanlıklar hayat görüşünü...

hayatta bize yalnış yapmış kişiler olabilir, haksızlığa uğramış da olabiliriz, yalnız başımıza kalmış da olabiliriz. 

tabi bunlar heyecanla, iştahla karşılanacak durumlar değil. ama işte hayat karşımıza çıkardıktan sonra bir şekilde başa çıkmak zorundayız değil mi? kabullenmek ve kendimizi şartlara göre değiştirmek zorundayız. direnmek sadece daha fazla acı verir.

çoğu durumda olayların üzerimizde bıraktığı etki bizim tepkimize bağlıdır. biz kendimize ne değer verirsek, o kadardır değerimiz. sonuçta kendnle şu hayatta takılacak olan sensin. hayatına gelenler öyle ya da böyle çekip gidecekler. gitmeyenler bile uykuya dalmadan önce ne düşündüğünü bilemeyecekler, nefesinin sesi senin kulağına geldiği gibi gelmeyecek. 




şu hayatta bayaa yalnızız aslında. iyisi mi, ona göre kendimize değer vermek, acıları da üzerinden atabilmeyi başarmak. kendimizi nasıl yaraladığımızı bulup, içimizden atmak.




23 Mayıs 2013 Perşembe

günün sözü - 1


Çiçekli bir Şiir


bugün sizlerle bu iç burkan güzellikteki şiiri paylaşmak istedim. şiir Didem Madak adlı şaire ait. Nur içinde yatsın... Böyle şiir yazan insanın kimbilir ne güzel kalbi vardı. kimbilir ne acımıştı...


Çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!

'zenciler prensesi olacağım.'
hayat işte asıl o zaman başlayacak.
Pippi Uzunçorap

Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım

Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu

Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum.
Fakat korkmuyorum. Birazdan da Kırküç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

'Gün akşam oldu' diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Can kırıkları yiyorlar
Rüyamda bir kase dolusu suyun içinde
rengarenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

Ondört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer soğukluğunda yaşlandı. 
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar.
O ara içime çiçeklerden oluşmuş 
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da 'organzm gıcırtıları' oynuyordu.
kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte 
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
'Sofi'nin tercihini' seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir 'eşya toplayıcısım'  bayım.

Büyül gemiler de yok artıık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir de kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen 
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.

21 Mayıs 2013 Salı

sosyal ağ sitelerinin haritası - 2007 ve 2010

orjinali 2007'de XKCD de yayınlanan şu harita, sosyal ağların kullanıcı sayısına göre hazırlanmış. bana hala 10 sene öncesi 1990'larmış gibi gelirken 2007'nin ne kadar geride kaldığını görmek çok garip bir duygu! o kadar da geride değil yahu diyenlere Myspace'in ve Facebook'un büyüklüğüne bakmalarını tavsiye ederim!  yaşlanmışsın işte kabul et :)

2007'deki orjinal harita.


2010 senesinde yeniden çizilmiş haritada ise facebook ve twitter almış yürümüş, yahoo , myspace küçülmüş, windows messenger da ileriki kuşaklara anlatılan bir mit halini almış. bir de google buzz'ayoutube kadar bir ada koymuşlar ki o da beklentilerin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. google buzz ne büyük fiyaskoydu ama!

2010'da yeniden flowtown'un CEO'su tarafından yeniden çizilmiş hali.


niyahet firefly ve ben tanıştık

ne zaman bilim kurguyla ilgili bir muhabbete girsem bu dizi karşıma çıkıyor. her defasında ben bilim kurgu kültürümü, ne kadar seyrettiğimi, neler okuduğumu tek kaşım havada, ağzımda yamuk bir gülümsemeyle, göğsümü gere gere anlatırken rakibim (evet bazen havaya giriyorum, napayım allah da beni böyle yaratmış :)) 'firefly da çok güzeldir, hiç seyrettin mi' diyor ve ben yerlerde (blogger kişisi burada kendini bir boks ringinde yerde uzanmış hayal ediyor).



'ne menem bi diziymiş bu!?' diyordum ne zamandır, sonunda seyretmek nasip oldu. Firefly'ı dün akşam + bugun bütün gün seyrettim. benim caanım BSG'mın karşısına serilen bu hikaye de neyin nesiymiş edasıyla tabi ki...

İlk başta pek sevemedim sizin firefly'ınızı. bilim kurgu camiasını da içine çekebilmek için yazılmış bir vahşi batı dizisi gibi geldi bana. biraz zoruma gitti doğrusu, bilim kurgunun başka bir türün yanında, yan ürün olarak verilmesi.

ama bitmeye yakın farkettim ki bilim kurgu namına da oldukça efor sarfedilmiş. değişik türde silahlar, farklı tasarımda uzay gemileri... firefly kısa sürmüş ama bilim kurgu dünyasında pek de fena olmayan bir miktarda katkıda bulunmuş.

firefly tipi uzay gemisi, bizimkilerin gemisinin adı serenity

bu da bir alliance gemisi, bu tipin adı dortmunder (namı diğer dortmuntlu). şu batılıların kötüleri tanımlamada kullandıkları tarihe de hastayım. almanlar, ruslar, çinliler, japonlar, araplar, müslümanlar, doğu avrupalılar, afrikalılar, latim amerikalılar, herhangi bir -elbette batı kültüründen gelmeyen- ada cumhuriyeti...

hikayesine gelirsek...

(bu noktadan sonra isterseniz okumayınız, spoiler alabilirsiniz)

hikaye vahşi batı kültürünün galaksinin geri kalanına yayılmış olduğu bir evrende geçiyor. uzun bir iç savaştan(!) sonra, sanki yalnış taraf kazanmışçasına, savaş bitiyor, ama kahramanlarımız bu yeni düzene ayak uydurmak, onun bir parçası olmak istemiyor. iki eski asker (Malcolm ve Zoe) mürettebatlarını tamamladıktan sonra firefly tipi gemileri serenity ile yola çıkıyor. hayatlarını kaçakçılık yaparak sağlıyorlar ve alliance'ın gemilerinin radarından, kanundan ve diğer türlü belalardan uzak durarak da hayatta kalıyorlar.

kaptan malcolm reynolds alliance'tan pek hazetmiyor. yalnış taraf kazandığı için devlete güveni pek yok gibi. 

birinci bölümde, büyük gezegenlerden birinde, yolcu ve mal almak için bekliyorlar. bu sefer gelen yolculardan biri rahip (daimi yolcu Inara ise bir hayat kadını - o evrendeki adı companion)
bir diğeri ise çok genç bir doktor. sonradan öğreniyoruz ki doktor, yanında, devletin beyni üzerinde deneyler yaptığı kız kardeşini (River) de getirmiş ve federallarden kaçıyorlar. 

River'ın özelliklerini bize gösteren son bölümdü o da maalesef pek konuya giremedi. anladık, muazzam yetenekleri var, dans etmekten, insanların düşüncelerini okumaya kadar... ama bize o kadar güçlü yansıtabilecek bir bölüm çekilmeden sezon sonuna geliyoruz.

--- spoiler burada bitiyor --

maalesef yarıda kalmış bir hikaye. hani yemek programlarındaki konuklar yemekten minnacık bir lokma alırlar da 'hmm evet evet, harika bir lezzet gerçekten yalnız ben tam tadını alamadım biraz daha alabilir miyim?' derler de ikinci minnacık lokmaya davranırlar ya.. işte ben de tam tadını alamadım firefly'ın. olsa da izlesek en azından bir kapanış yapsalar.

hikayesi gelişmeye çok müsait, karakterler sezonun ortalarına doğru daha belirginleşiyorlar. hepsine karmaşık plotlar yazılabilir, sadece River'a ve doktora değil... neyse, bir adet de filmi varmış bir de onu izleyeyim onu da daha sonra tartışırım. 



17 Mayıs 2013 Cuma

mutlu edenler -5

mutlu edenler - 4

mutlu edenler-3

mutlu edenler-2


gülşen'in bir günü

herhangi bir gündü. gülşen sabah kalktı, yine çok uyumuştu, sağolsun, azıcık tembeldi yavrum benim.  sabahları o yatağın içi leş gibi olurdu. gülşen kokardı. gülşen kokardı kokmasına ama o yastığın hali neydi öyle üstüne osurulmuş gibi mübarek! pek bir kesifti ağız kokusu...

annesi işe çoktan gitmişti. e annesi böyle değildi malum çalışkan canı pek insandı leyla hanım. ne ev işini ne de kendi işini aksatmaz, bir gün olsun ütüsüz kahvaltısız bırakmazdı çocuklarını. bırakmazdı ama gülşen de artık öğrenci değildi o yıllar geride kalmıştı. kendine iş de bakmıyordu pek. eh o da 50 yaşından sonra hala çalışan haliyle kızına laf geçirememenin de verdiği gururla, nacizane, protesto ediyordu kızını. artık kendi işini kendin yap ayaklarının stünde dur diyordu gülşene.

gülşenin bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu hep...

kalktı gülşen mutfağa girdi. masanın üstüne bırakılmış bir salça kasesi vardı; salça, kuru nane ve zeytinyağın olduğu bir kap. gelen geçen ekmeğini bansın karnını doyursun diye. salçaya bana bana yedi gülşen. azıcık da çayını içti. ama zeytinyağı içini kavurmuştu da sonrasında suyunu içti şöyle kana kana. 'bugün günlerden haftaiçi, hangi gün ne farkeder ki? ne yapsam ne yapsam... en iyisi her zamankinden şaşmamak. belki aklıma başka şeyler gelir daha sonra.'

evlerinin önündeki çimenlikte boylu boyunca yüyümeye başladı. aklına gelen fikirlere hayallere kapıla kapıla ne kadar gittiğini bilemedi. hafif üşümeye başladı, biraz da midesi bulanmıştı. o sabah yediği ekmeklerin hepsini kustu!. herhalde biraz üşütmüş olacak ki yedikleri midesine oturmuştu. yoksa ekmek salça dediğin nedir şekerim, en hafif yiyecek!

neyse allah'tan, kusunca biraz rahatlamıştı midesi. şimdi derin derin nefes alıyordu. sanki çok koşmuş da yeni durmuş gibiydi. sanki leş gibi bir trafikte yavaş yavaş yol aldıktan sonra piknik yerine gelip arabadan inmiş, o mis gib ağaçların taze kokusunu ciğerlerine çekmiş gibiydi. azıcık ferahlayınca eve dönmekten vazgeçti.


az daha yürüyünce ileride ağaçlık bir alana geldi. o ağaçların altında haftasonları seyyar satıcılar gelirdi, berideki çocukbahçesine annaneler babaanneler gelirdi torunlarıyla. banklarda oturup bir yandan örgü örer bir yandan birbirleriyle muhabbet ederlerdi. ağaçlardan bazıları tırmanmalık ağaçtı. 'tırmanmalık ağaç' diye düşünmesi gülümsetti gülşen'i. bu mahalleye taşındıktan sonra kendi uydurduğu bir terimdi bu. eskiden meyve ağaçlarının bol olduğu mahallelerinde komşuların bahçesinden çıkmazdı hiç. o agaçtan o agaca zıplardı.  neyse burda da bi ane vardı sevdiği. o ağaca çıktı, yatay, kalınca, şöyle kendini taşıyacak bir dalına oturdu, şehrin en yeşil bölgesini sanki tanınmış bir ressamın tablosuna bakar gibi hayran hayran izledi. neden sonra aklına kulaklıklarını takmak geldi. hangi ünlüydü o 'günde illaki bir iki güzel söz okuyun, güzel bir müzik dinleyin ve güzel bir tabloya bakın' diyen? 

kim demişse de iyi demiş valla...

hava kararmaya başlayınca geri döndü. annesinden azıcık azar işitti. bir iki lokma birşeyler atıştırdı. battaniyesinin altına kıvrılıp yatağına yattı.

iyi geceler yarın görüşmek üzere...

Rubailerden-1


haiku-9



iki kareden ekmek
arasında peynir salam
sıkışmıştılar




çay kaynadı
mutluluk yudum yudum
tomurcuk ve siyah


uydurmaca sözlük

hani insanlar doğa olaylarını çocuklara anlatmak için onları insanlara dönüşütürürler ya masallarda. çocuklar için masallar büyükler için dinler... hatta eski dinler de mitoloji... neyse o değil konu ama tam konudan sapmalık yerdeyiz! 

işte o olaylarda insana ad aktarımı yaparlar güneş işe ay, gece işe gündüz, öfkeli rüzgar vs. eşyalar için de aynı şeyi yaptıklarında (Oyuncak Hikayesi, Arabalar) sanki onlara birer ruh verilirmiş gibi... sanki o eşyaya bir toz üflemişsin de ama o tozun hiç bir numarası yokmuş da , aslında onunla beraber havada üflediğin şey onun içine girmiş gibi. sanki o giren şey büyüymüş gibi.

işte ben o şeyin adına efsun dedim.

---

bir gün dedem tarladayken bana dedi ki, 

kızım tarlanın çevresine agaç eksek şu mehmetgillerinkine komşu tarafla nurşen dayılara komşu tarafa yirmi fidan eksek, gülsu ninenlerle oğullarına komşu taraflar da onbeşer tane fidan alır. hesaplayıver bakayım kızım bana kaç fidan gerek bizim tarlaya?
Düşündüm düşündüm... kafamın içi kazan gibi. Agacın gölgesine oturdum elime de aldım bir çomak çizdim. daha kolayladı bunu. artık benim de bir tarlam oldu. küçük tarla, kopya tarla... işaretledim fidanların yerlerini de noktalarla.

işte ben bunun adına teori dedim. 



Ben doktor freud!

 Oysa bilinçaltı konusundaki o acemice bilgilerim

 Herşeyi tedavi edebileceğini sanmama yol açıyordu

 Kendini anlatmanın...

 Ben doktor Freud sanki! kanepede sızmıştım

 Elimde kitapla

 Az çok herşeyi bilen 

 Aslında çok cahildim



İşbu şiir, egzersiz amacıyla yazılmıştır. Raftaki 7. kitabın 7. sayfasındaki 7. cümle ile başlayan 7 mısralık şiir yazma egzersizidir.

alfabe hikaye

Aydınlık bir gündü o gün
Birden fırtına koptu sonrasında
Celallendi tabiyet
Denizler şehre indi dedi tebbet
Esnaf kapattı dükkanları
Fırtına kimini içeri tıktı
Göl oldu olmasına evlerin içleri ama
Hasar görmekten iyidir dışarı çıkıp da
Işık huzmeleri sardı havayı sonra
Jandarmalar, askerler koştu yardıma
Kapılar açıldı insanlar dışarı çıktı
Lal olmuş kuşlar ötmeye başladı
Minik kelebekler dolaştı
Nice yaratık aleme geri döndü
Onlarsızlık başına vurdu insanın
Öksüz kaldığını anladı şehirlerde
Parklar var yeşil görmek için evet
Resmi yine de aslı değil
Sonunda insanoğlunun kafasına dank etti
Şen şakrak doğayla bir kez daha denemek
Tekrardan birleşmek
Ulaklar yayıldı
Üç gün üç gece içinde
Viraneler terkedildi
Yine ana kucağına geldi insanlık
Zarardan döndüler, sonsuza dek, mesut yaşadılar

mutlu edenler -1